Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.
Padisah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.
Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.
“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.
Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.
Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:
– “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.
– Güzel ve iyi yüz, kötü huyla birlikte olursa o kalp bes para etmez.
Beden ile ruh aralarında konuşuyorlardı.
Beden güzelliğine ve parlaklığına mağrur olarak ruha dedi ki:
"Ben senden daha değerliyim; bak herkes bana ilgi gösteriyor ve beni seviyor."
Ruh ise, kendi letafetini gizlemiş olduğu halde o bedene dedi ki:
"Hey, kendini begenmis! Sen kim oluyorsun? Ben senden çıkayım da o zaman görürsün parlakligi ve güzelligi. Seni sevenler sana önce mezar kazarlar. Ve iki gün bile beklemeden, böcek ve karıncalara gıda olman için seni toprağa gömerler."...
Dekuki adında bir derviş vardı bir zamanlar.
Derviş sürekli köyden köye, kasabadan kasabaya dolaşır, hiç bir yerde üç günden fazla kalmazdı.
Dekuki'nin bu durumunu merak eden biri:
"Neden bir yerde üç günden fazla kalmıyorsun?" diye sordu.
Derviş Dekuki gülerek cevap verdi:
"Eğer üç günden fazla bir yerde kalırsam gönlümün oraya alışacağından korkuyorum," dedi.
Bir zamanlar, hemen her konuda derin bilgisi bulunan ve sözleriyle herkesi kendisine hayran bırakan bir âlim yaşardı.
Yaşadığı toplulukta herkes, o ne söylerse onaylar, kimse ona karşı çıkamazdı.
Bir kişi hariç. Ishak ismindeki bu adam, âlimin yorumlarıyla ters düşmekten çekinmez ve yanlış gördüğü noktaları cesurca dile getirirdi.
Âlimin etrafındaki toplulukta bulunan herkes, îshak'ın bu çıkışlarından rahatsız olur, ama ellerinden de bir şey gelmezdi.
Bir gün Ishak öldü. Cenaze merasimi sırasında» insanlar âlimin son derece üzgün olduğunu fark etti.
"Neden bu kadar üzüldünüz?" diye sordu birisi. "O neredeyse her söylediğinizi eleştirirdi."
"Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaşım için üzülmüyorum" diye cevap verdi âlim. "Kendim için üzülüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken, o mertçe hatalarımı yüzüme vuruyor ve beni kendimi geliştirmeye zorluyordu.
Şimdi yanımda o yokken gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum."
Hz. isa'nın var gücüyle kaçtığını gören bir adam merak edip peşine düştü. Zar-zor, nefes nefese ona yetişti ve sordu:
"Arkandan kimse kovalamıyor, neden böyle kaçıyorsun?"
Hz. İsa cevap vermeden yeniden kaçmaya başlayınca adam bağırdı:
"Peşinden gelecek takatim kalmadı. Allah rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak ettim."
Hz. İsa durdu ve adama yanına gelmesini işaret etti. Adam yaklaşınca,
"Evet, arkamdan kovalayan yok ama, biraz önce ahmağın birine rastladım, şimdi ondan kaçıyorum" dedi.
Adam, hayreti artmış bir şekilde sordu:
"Körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını açan, topraktan kuşlar yapıp canlandıran, nefesinle ölüleri dirilten sen değil misin?"
Hz. İsa,
"Evet, Allah'ın izniyle benim" dedi.
Adam:
"Peki bu kadar mu'cizeye sahipken korkman ve kaçman neden?"
Hz. İsa cevap verdi:
"îsm-i Âzam'ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, işitmeye başladı; ölüye okudum, dirildi; cansıza okudum, canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta tekrar tekrar okudum, hiç etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar verimsiz gördüm. İşte ondan kaçmamın sebebi bu!"
Mecnun’u aşkından deli divane eden kızı, devrin padişahı merak etti. Adamlarına, onu görmek istediğini, bulup huzuruna getirmelerini emretti.
Adamları Leyla’yı bulup huzuruna getirdiler. Padişah, Leyla’yı dünyanın en güzel ve çekici kızlarından biridir diye tahayyül ediyordu. Karşısında esmer tenli ve zayıf çöl kızını gören padişah şaşırdı, hayretler içinde, “Mecnun’u deli eden, perişan olup çöllere düşmesine sebep olan Leyla sen misin? Çok güzelde değilsin. Halbuki senden daha güzel olan, nice kızlar var” dedi.
Leyla hemen padişaha cevap verdi:
“Padişahım, susunuz! Çünkü! Mecnun değilsiniz. Güzelliğimi görebilmeniz için Mecnun’un gözüyle bakmalısıniz. Ben Mecnun’un bakışlarında güzelim.”
Mecnun’un kendini Leyla ile sınırladığı gibi, bütün gayesini dünyaya ve dünyalık arzulara yönlendirenler, manevi ve ruhani alemin güzelliklerinden habersiz yaşarlar.