Kaderin anlaşılması bir yönüyle çok kolaydır, bir yönüyle de çok
zordur ve kader adeta imanın sihirli şifresidir. Kaderin imanla
anlaşılması, akılla anlaşılmasından daha kolay olsa gerektir. Ya da
sonuç aynı kapıya çıksa da, kaderi inanarak anlamak, onu anlayarak
inanmaktan daha kolaydır. Ama yine de aşağıda vereceğimiz bilgilerle
kaderin akılla ilgili yönünü bir nebze anlayabileceğimizi sanıyorum:
Kader kelime anlamı bakımından, miktar, ölçü ve muktedir olma/güç yetirme demektir.
Yani her olan şey, bir ölçüye ve hesaba göre, planlanarak olmakta ve
muktedir birisi tarafından oluşturulmaktadır. Hiçbir şey rast gele,
kendiliğinden, ölçüsüz ve hesapsız olmamaktadır. Her şey önceden yapılan
bir hesapla ve bir sebeple olmakta ise, demek ki Allah (cc), olacak
olan her şeyi biliyor, her şeye gücü yetiyor. Hiçbir şey O´nun bilgisi
ve isteği dışında olamaz.
Şimdi buna göre bütün varlık aleminde olup biten şeyleri düşünelim:
Bunların yüzde doksan dokuzdan fazlası hep bizim irademizin ve gücümüzün
dışında doğup gelişen ve bizim hiçbir dahlimizin olmadığı şeylerdir.
Yağmur, fırtına, gece, gündüz, dünyanın ve yıldızların seyirleri,
otların, canlıların büyümesi, dağlar, denizler, iklimler, bitki ve
hayvan çeşitleri gibi daha aklımıza gelen ve gelmeyen milyarlarca varlık
ve varoluş tamamen bizim irademizin ve gücümüzün dışında olan
varoluşlardır. Bunlara biz ya hiç müdahale demiyoruz, ya da hesaba
katılmayacak kadar az müdahale edebiliyoruz.
Şimdi de irademizin kısmen karıştığı dünyaya bakalım.
Mesela uçakla
uzun bir yolculuğa çıktığımızı düşünelim. Hareketimiz uçağın içi ile
sınırlıdır. Oysa uçağın geniş bir planlanması vardır. Rotası, hızı ve
yüksekliği bellidir. Havanın kaldırma gücü ve uçağın bunu kullanması,
bunun için çalışan motorlar hep yolcular olarak bizim dışımızda olan
şeylerdir. Yani biz uçakta iken bu büyük devinimin içinde ancak küçücük
hareketler yapabilmekteyiz. Şimdi uçağın yerine dünyayı koyalım, onda
olup bitenlere bizim katkımızın o kadar da olmadığını göreceğiz. Ya da
asansörle on beş katlı bir binaya çıktığımızı düşünelim. Biz asansörün
içerisindeyiz ve onun belli bir çalışma sistemi vardır. Bu sistem bizim
dışımızda, bize göre güçlü ve bilen birileri tarafından kurulmuş ve
kendi düzeneğine göre çalışmaktadır. Biz asansöre bineriz, gideceğimiz
katın düğmesine basarız, asansör de orada durur. Ama onun çalışmasında
ve orada durmasında bizim katkımız sadece düğmeye basmaktan ibarettir.
Ya da bir bilgisayar oyunu düşünelim: Oyunu hazırlayanlar, bizim
tercihlerimize diyelim ki, yüz tane ihtimal koymuş olsunlar. Biz hangi
düğmeyi tıklarsak bu ihtimallerden birisi gerçekleşir. Yani bir bakıma
onlardan birisini seçmek bizim elimizdedir, ama bu ihtimallerin dışına
çıkma şansımız ve gücümüz olmadığı gibi, seçtiğimiz ihtimali oluşturmak
da bizim elimizde değildir. Biz sadece onun oluşması için bir tercih
kullanıp düğmeye basmışız hepsi okadar. O dümeye bastığımızda o sonucun
oluşması bile önceden belirlenmiş ve düzenek ona göre kurulmuştur.
Şimdi de kendi vücudumuza gelelim: Orada olup biten şeylerin de
çoğundan bizim haberimiz yoktur ve çoğu bizim elimizde olmadan olup
bitmektedir. Kanımızın deveranını, gözümüzün görmesini, hücrelerimizde
olup biten ve bizim farkında olmadığımız milyonlarca eylemi, acıkmamızı,
korkmamızı, hatta yediğimiz yemeğin sindirim sistemindeki seyrini
düşünelim. Yediğimiz bir lokmanın bile, kendi irademizle ağzımıza koyup
yutmamız dışında, başına gelen serencamı bilmiyoruz ve bunu biz kendimiz
yönlendirmiyoruz, yönlendiremiyoruz. Bunların ve bunlara benzer sonsuz
oluşumun, bizim irademiz ve katkımız olmadan gerçekleştiğini görüyoruz.
Bütün bu olup bitenler hep bir kadere ve bir ölçüye göre olmakta ve
hepsi Allah tarafından, taa ezelden bilinmektedir. Sadece bilinmekte
değil, aynı zamanda hep O´nun tarafından planlanmış ve birer sebebe
bağlanmışlardır. Her bir olay bu plan ve takdire göre oluşmaktadır. İşte
kaderin bir anlamı budur. Buna inanmamız ya da inanmamamız bu oluşumu
hiç değiştirmez. Ama bütün bunların her şeye gücü yeten bir Allah
tarafından ve bir hesap ve kitapla gerçekleştirildiğine inanmak insanı
mümin kılar, ona huzur verir, onu kaostan ve belirsizlikten kurtarır.
Onu tedbir almaya ve bu oluşumun sırrını çözmeye sevkeder. Bu sebepledir
ki, men âmene bil-kader emine mine´l-keder, kadere inanan kederden
kurtulur demişlerdir.
Bizim irade alanımıza gelince; orada olmasını ya da olmamasını
istediğimiz ve irademizi ve gücümüzü buna göre kullandığımız şeylerin
oluşması da sadece bizim irademize bağlı değildir. Bunların da başka pek
çok sebebi vardır ve bizim irademiz ve gücümüz bu sebeplerden sadece
birisidir. Bu yüzden bizim irademizi kullanmamıza ve istememize rağmen,
istediğimiz gibi olmayan pek çok şey vardır. Ama elbette istediğimiz ve
irademizi yönlendirdiğimiz şeylerin öyle sonuçlanmasının bir sebebi de
biziz ve biz, işte sadece irademizi öyle yönlendirmemiz ve gücümüzü öyle
kullanmamız sebebiyle hesaba çekileceğiz. Çünkü kaderin böyle
oluşmasında bize Allah bir dileme ve müdahale edebilme gücü ve iradesi
verdi ve iyi ile kötüyü de gösterdi. Ama yine de bu alanda olup
bitenlerde bile bizim katkımız çok azdır ve bu tıpkı bir lambanın
yanmasında düğmeye basmamız gibidir. Lambayı yakan, cereyanı oluşturan,
ona o gücü veren, onunla aydınlatan biz değiliz, ama biz yine de onun
yanmasında az da olsa bir irade ortaya koyduğumuz için bundan
sorumluyuz. Çünkü irademizi düğmenin açılmasından yana kullanmasaydık
lamba yanmayacaktı.
Durum böyle olmakla beraber yine de Allah ezelden beri bizim
irademizi hangi yönde kullanacağımızı biliyordu ve bizim müdahale
ettiğimiz olaylar dahi yine O´nun bilgisi dahilinde oldu. Çünkü zaman,
sadece bize göre bir keyfiyettir ve Allah için gelmiş, gelecek diye bir
şey yoktur. Bize göre her şekliyle zaman, O´nun önünde ezelden beri hep
şu andır ve O her şeyi önünde şu an olarak görmektedir.
Şimdi tekrar düşünelim: Bizim sebebimizle oluşan şeylerin oluşma
sebebi biz değil miyiz? Bu şeyleri biz öyle değil de böyle isteyemez
miydik? Buna evet diyebiliyorsak, öyleyse biz bunlardan sorumlu
olmalıyız? Allah´ın onları ezelden biliyor olması, bizi zorlayan sebep
değildir ve biz her şeyin nasıl olacağını da bilmiyoruz: Şu halde
irademizi kullanmak ve sonucun iyi olmasını belirlemek bizim hem
imkanımız hem de görevimizdir. Görevimizi yapmaz ve imkanımızı
kullanmazsak sonuçtan hesaba çekiliriz. Ama yine de bütün bunların
hepsini Allah ezelden beri biliyor. Fakat O bildiği için biz öyle yapmak
zorunda değiliz, aksine biz öyle yapacağımız için O öyle biliyor.
Öyleyse bizim irade alanımız içerisinde kaderimizi, bir anlamda biz
kendimiz belirliyoruz, Allah da (cc) da öyle yaratıyor demektir. Yani
bizim yapıp ettiklerimiz dahi bir kader/ölçü ve sebeple oluşmaktadır.
Kadere biz müdahale edemeyiz, Allah ne yazmışsa öyle olur. Olup
bitenlerde bizim hiçbir dahlimiz yoktur. Biz çabalasak da çabalamasak da
aynı şey olacaktır şeklindeki bir kader anlayışını biz Cebriye diye
isimlendirir ve bunun sapık bir inanış olduğunu söyleriz. Bunun Batıdaki
karşılığı muhtemelen Deizm´dir ve Deizme göre tanrı kainatı yaratmış,
onun içine mükemmel kanunlar ve sistemler yerleştirmiş ve onu kendi
haline bırakmıştır. Artık tanrı ona hiç müdahale etmez ve o
kendiliğinden, kurulduğu gibi çalışır. Çalışması tıpkı bir makine gibi
mekaniktir.
Oysa sağlıklı kader anlayışında insanın gücü, iradesi ve katkısı vardır ve o bu katkıya göre sonuç bulacaktır.
Hz. Ömer´in çok basit gibi görünen şu cevabı aslında kaderi çok güzel
anlatmaktadır: O ordusu ile bir seferde iken, salgın hastalık bulunan
bir kasabadan uzaklaşılmasını ve oraya girilmemesini emretmişti. Bunun
üzerine bir sahabînin: Allah´ın kaderinden mi kaçıyoruz? demesi
üzerine de: Evet, Allah´ın bir kaderinden diğer kaderine kaçıyoruz
diye cevap vermişti.
Şimdi de bizim irademize bağlı olan ve olmayan iki olayda, kadere
inanmanın ve inanmamanın sonuçlarına bakalım: Diyelim ki karayoluyla
Ankara´ya gidiyorduk ve bir yerde toprak kayması olmuş ve yol tıkanmış
olsun. Bunda bizim irademizin, en azından yakın mesafede hiçbir dahli
yoktur. Kadere inanıyorsak şöyle deriz: Takdiri ilahi böyle tecelli
etti. Bu böyle olacaktı ve oldu. Bu olay bir tesadüf değildir, bunun
belli sebepleri vardır ve Allah (cc) bu sebeplerle bu olayı şu anda ve
bu şekilde gerçekleştirdi. Bunun aksinin olması mümkün değildi. O halde
bağırıp çağırmamıza hiç gerek yok. Üzülmeyelim ve şu anda ne yapılması
gerekiyorsa, bizim irademize bağlı olan, bize düşen neyse onu yapalım.
Kadere inanmıyorsak tepkimiz muhtemelen şöyle olacaktır: Allah
kahretsin! Nereden geldi bu bela başımıza! Sana ben bu gün yola
çıkmayalım demedim mi? Mahvolduk, Allah cezanı versin!
Şimdi de sorumuzu soralım: Bu olayı kadere bağlamının zararı nedir ve bu iki tavıralıştan hangisi insanın yararınadır?
Bir de bizim irademize bağlı bir olay düşünelim: Farzedelim ki,
Adapazarı´nda temelleri, malzemesi ve işçiliği sağlam olmayan bir ev
yaptık ve Allah korusun- 6 şiddetinde bir depremle evimiz yıkıldı. Bu
durumda kadere inanan bir insanın tavrı şu olur: Bu bir takdiri ilahi
idi ve bu şartlarda olmaması mümkün değildi ve oldu. Şu halde dövünüp
çığlık atmamıza gerek yok. Olayı geri götüremeyiz.
Şimdi bize düşen şey,
sabretmek ve Allah´tan gelen ne ise ona razıyız demek ve ona göre
tedbir almaktır. Ancak bu kaderimizde bizim ihmalimiz vardır ve Allah bu
kaderi büyük ölçüde bizim oluşturduğumuz sebeplere göre çizmiştir.
Artık giden geri gelmez ama bir daha böyle bir kaderle karşılaşmamak
için ihmal ettiğimiz görevlerimizi yapmalı ve bu musibeti sonuç veren
sebepleri değiştirmeliyiz. Çünkü onları değiştirmek bizim elimizdedir.
Ta ki Allah (cc) bize bundan sonra ihmalimize göre değil, dikkatimize
göre bir kader versin.
Bu olayda kadere inanmayan bir insanın da tavrı şöyle olacaktır:
Bunun adına kader diyorsunuz! İhmallik edip evimizi başımıza yıktınız!
Bundan daha büyük depremlerle bile Japonların evleri niçin yıkılmıyor?
Bu bizim kaderimiz olamaz!
Şimdi de bu iki tavrı sonuçları bakımından düşünelim, hangi tavır
daha faydalı ve akıllıcadır? Eğer burada kadere inanan insan, bu sonucu
değiştirmek hiç bir surette mümkün değildir, Allah´ın takdir ettiği şey
ne ise o olacaktır. Bizim bir şey yapmamız ya da yapmamamız sonucu
değiştirmez diye inanıyor idiyse, bu zaten sapık bir kader anlayışıdır.
Ama böyle değil de, bu olayda insan iradesinin, çabasının ya da
ihmalinin böyle bir kaderin sebeplerinden biri olduğunu görebiliyorsa,
bu insan geçmişe üzülerek yıkılmayacak ve geleceğin de tedbirini alacak
demektir. Yani olana üzülmeyecek, sabredip sevap alacak, olacak olanın
da gereğine bakacaktır. İnanmayan insan da muhtemelen geleceğin
tedbirini alacak ama geçmişi hatırlayarak kahrolacak, dövünecek ve isyan
edecektir.
Sonuçta bunun zararı da yine kendisine dönecektir. Şimdi
ahiret günündeki hesaplarını bir yana bırakarak düşünelim, sadece dünya
ölçüleriyle bile kadere inanan mı, yoksa inanmayan mı daha kârlıdır?
Öbür alemdeki kurtuluş ise inanmakladır, inanmayanın akibeti kötüdür.
Öyleyse kader vardır ve kadere inanmak, hiçbir bakımdan zararlı
olmadığı gibi, ilave olarak insana huzur ve rahatlık verir. Bütün
bunların ötesinde kadere sağlam ve olması gereken şekildi inanan insan,
sadece tedbirinin ve sebeplere yapışmasının değil, bu imanının da
karşılığını alacak ve dünyada dahi diğerinden fazla olarak Allah´ın
yardımını yanında bulacaktır. Bunların öbür alemdeki sonuçları ise
birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Öyleyse niçin kadere
inanmayalım, ya da yanlış bir kader anlayışına saplanalım?
selam ve hürmetlerimle...